İsrail ve İsrail’i sorgusuz sualsiz destekleyen devletler savaşın tek sorumlusu olarak Hamas’a işaret ederken, diğer devletler 7 Ekim öncesi koşulları hatırlatarak İsrail’in sorumluluğuna dikkat çekiyor. Bugünkü savaşın kökeni konusunda elbette 1917 Balfour Deklarasyonu, 1936 Arap isyanı veya 1947 BM taksim planı, 1948 Arap-İsrail savaşı ya da 1967 Altı Gün Savaşı’na atıf yapılabilir. Yanlış da değil. Ancak, savaşın kökenini ABD’nin Orta Doğu’ya rakipsiz güç olarak hâkim olduğu son 30 yılda aramak için de pek çok haklı neden var.
Bölgede çıkarlarına hizmet edecek bir düzen inşa etmeye çalıştığı bu süreçte Oslo Anlaşmalarından bu yana barış sürecinin yönetimini tekeline alan güç olan ABD’nin bugün yaşanan insanlık dramındaki payı küçümsenemez.
Daha yakın geçmişte ABD eski Başkanı Donald Trump’ın Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilme kararının mantıksal bir uzantısı olan İbrahim Anlaşmaları, Filistin sorunu çözülmeden de İsrail’in Arap dünyası ile normalleşebileceği iddiasına dayanıyordu. Joe Biden yönetimi de aynı yolda ilerlemeye devam etti. İsrail’in aşırı sağcı hükümetinin yasa dışı yerleşimleri genişleten ve yerleşimcilerin şiddet eylemlerini destekleyen politikalarını engellemek için anlamlı hiçbir adım atmadı. KOEP’ye yeniden katılma yönündeki vaadini de yerine getiremeyen Biden yönetimi, politikasını esas olarak Suudi Arabistan’ı İsrail’le normalleştirme gündemine odakladı. Bu politikanın arka planında ise, Çin’in arabuluculuk girişimleri ve ticari faaliyetleriyle Orta Doğu’da artan etkisini sınırlama çabası var.
Bununla birlikte Asya-Pasifik’te Çin’i çevrelemeye çalışan Washington, dikkatini Orta Doğu’dan uzaklaştırarak tamamen Asya-Pasifik’e kaydırmak istiyor. Bu planı gerçekleştirebilmesi için ise bölgede en güvendiği müttefiki İsrail. İsrail’le Arap ülkeleri arasında normalleşmeyi sağlayıp İran’a karşı Orta Doğu’da ‘güçlü bir cephe’ oluşturmaya çalışan Washington yönetimi, hem petrol akışının güvenliğini sağlamaya hem de bölgedeki üslerinin güvenliğini sağlamaya çalışıyor. Suriye ve Irak’ı iç karışıklıklar ve askeri müdahaleler ile güçsüzleştiren ve bölgede İsrail’i öne çıkaran ABD, İsrail’in güvenliğini sağladığını ve onu bölgede hakim kıldığını böylece Asya-Pasifik’e ve Çin’e odaklanabileceğini düşünüyordu.
İsrail gibi ABD’li üst düzey yetkililer de Filistinli grupların bu süreci rayından çıkaracak ya da yavaşlatacak veya dikkatleri yeniden kendi giderek daha da kötüleşen durumlarına çekecek hiçbir şey yapamayacaklarını varsaymıştı. Tüm bu varsayımların çöktüğü 7 Ekim’de ABD, pozisyonunu ilk günden itibaren Tel Aviv hükümetine tam destek vermeye göre ayarladı. ABD, USS Dwight D. Eisenhower ve USS Gerald R. Ford uçak gemilerinin yanı sıra bölgeye savaş jetleri de gönderdi. Buna ek olarak İsrail ordusuna mühimmat tedariki de yaptı. Özet bir ifadeyle ABD’nin, askeri yığınaklarıyla İsrail adına caydırıcılığı tahkim etme; diplomatik hamlelerinin de Arap devletleriyle İsrail arasındaki normalleşmenin bozulmasını engelleme amacını taşıdığı söylenebilir. Bu anlamda Biden yönetimi, somut askeri destekle İsrail’in mevcut zafiyetini telafi ediyor. Küresel siyasette de İsrail’in diplomatik olarak yalnızlaşmasını önlemeye çalışıyor.
ABD, İsrail’in caydırıcılığı yeniden tahkim edene kadar, ki bu ucu çok açık bir tanımlama, ateşkesi desteklemeyeceğini açıkladı. Nitekim BMGK’nin Gazze’de acilen insani ateşkes talep edilen karar tasarısını tek veto eden ülke de ABD oldu. ABD’nin, Gazze’de on binlerce sivil hayatını kaybetmişken ve kaybetmeye devam ederken hem ateşkesi veto etmesi hem de kendi yasalarını bile hiçe sayarak İsrail’e yaptığı askeri destek dünyanın geri kalanında tepki çekiyor. Birleşmiş Millerler Genel Sekreteri Antonio Guterres, ABD’nin vetosuyla ilgili, “BM Güvenlik Konseyi’nin felç olduğunu”, bu durumun Güvenlik Konseyi’nin otoritesini ve güvenirliğini zayıflattığını söyledi. İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve aralarında Suudi Arabistan’ın da bulunduğu Arap ve Müslüman ülkeler ABD’nin vetosuna tepki gösterdi.
Hem savaşın kökeninde hem de savaş çıktıktan sonra çözüme somut hiçbir faydası olmayan bir şekilde İsrail’e verdiği destekle ABD’nin iki yüzlü politikası iyice ayyuka çıkmış durumda. Biden, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı saldırılarıyla ilgili “Siviller katledildi, cansız bedenleri toplu mezarlara atıldı, bu affı olmayan gaddarlığı hepimiz gördük. Burada yaşananlar savaş suçundan daha aşağı bir şey değildir” demişti. Gazze’deki sivil kayıplarla ilgiliyse Biden’ın diyebildiği “Masumların öldürüldüğüne eminim. Bu, savaş açmanın bedeli. Filistinlilerin kullandığı rakamlara güvenmiyorum” oldu. Özetle Rusya’nın Ukrayna savaşında ölen siviller Rusya’nın katliamı, Filistinlilerin ölmesi ise kendi suçları.
Kuşkusuz tüm dünya ABD’nin Irak savaşından İsrail’in Gazze’deki orantısız güç kullanımına kadar uyguladığı çifte standartları yeterince açık bir şekilde görüyor. Bu çifte standardın, liderliğini ABD’nin çektiği Batı ittifakının Ukrayna savaşında Küresel Güney’i Rusya’ya karşı konumlandırma çabasını da boşa düşürdüğü Batı merkezli yayın organlarından itiraf ediliyor. İngiliz Financial Times (FT) gazetesinde, “Hamas militanlarının İsrail’e saldırması ve Tel Aviv’in Gazze’ye misilleme yapacağını açıklaması, [Batılı güçlerin] Moskova’yı uluslararası hukuku ihlal eden küresel bir parya olarak göstermek için aylardır sürdürdüğü çalışmaları boşa çıkardı” ifadelerine yer verildi. G7’den ismi belirtilmeyen üst düzey bir diplomat, gazeteye verdiği demeçte “Küresel Güney’i kazanma savaşını kesinlikle kaybettik. Küresel Güney ile [Ukrayna konusunda] yaptığımız tüm çalışmalar boşa gitti,” dedi. Diplomat, “Kuralları unutun, dünya düzenini unutun. Bizi bir daha asla dinlemeyecekler. Brezilyalılar, Güney Afrikalılar, Endonezyalılar, insan hakları konusunda söylediklerimize neden inansınlar ki?” değerlendirmesini yaptı. (https://www.ft.com/content/e0b43918-7eaf-4a11-baaf-d6d7fb61a8a5)
ABD’nin 18 Ekim’de BMGK’nin ‘insani ara’ çağrısı yapan kararını veto etmesinden sonra Afrikalı bir diplomat Reuters’a “Vetoyla itibarlarını yitirdiler…Veto bize Ukraynalıların hayatlarının Filistinlilerinkinden daha değerli olduğunu gösterdi” dedi. Arap bir diplomat da “Ukrayna’yı korumak için BM Şartı’nın ilkelerini kullanıp Filistin için bunu görmezden gelmeyi seçemeyiz” ifadelerini kullandı. (https://www.reuters.com/world/us-veto-un-shield-israel-could-weaken-its-ukraine-rallying-cry-2023-10-20/)
Suriye, Sudan ve Yemen’de devam eden savaşlar, Lübnan ve Mısır’ın çöküşe doğru sürüklenmesi, Irak ve Afganistan bataklığı, her türlü baskıya rağmen İran’ın nükleer silaha oldukça yaklaşmış olması ve şimdi de ABD’nin maddi ve manevi desteğini alan İsrail’in eylemleri… Washington’un 30 yıllık hakimiyetinin Orta Doğu’ya bıraktığı miras bunlar. ABD’nin çözümün değil bizzat sorunun bir parçası olduğu açık. Ancak sorun nasıl çözülecek?
Aslında, eski Başbakan Ehud Barak döneminde Taba’da ve Başbakan Yitzhak Rabin döneminde Oslo’da Filistinlilerle yürütülen müzakerelere İsrail adına katılan isimlerden biri olan Daniel Levy’nin geçen haftaki açıklamaları bu konuda oldukça zihin açıcıydı. Foreign Policy’ye konuşan Levy dış baskı olmadığı ve hesap sorulmadığı süreci İsrail siyasetinin daha kötüye gideceği görüşünde. “Sihirli bir değnek yok” diyen Levy, dış baskı unsurlarının mevcut yıkım sırasında suç ortaklığı ve yetersizliği ortaya çıkan ABD liderliğindeki Batı tekelinin ötesine geçmesi gerektiği görüşünde. Yeni bir uluslararası mimariye ihtiyaç duyulduğunu belirten Levy, “Bu yeni yaklaşımı ileriye taşıyabilecek bir uluslararası mimarinin oluşturulmasına ihtiyaç vardır. Bu mimari Washington ve Batı’yı, Arap devletlerini içereceği gibi, örneğin G-20 dönem başkanı Brezilya ile Endonezya ve Güney Afrika gibi diğer önemli aktörlerin öncülüğünde daha geniş Küresel Güneyi de içermeli. Çin dışlanmak yerine merkezi bir rol oynamalı” dedi.
Levy şöyle devam etti: “1991’de Madrid’de başlatılan ilk büyük barış süreci, o zamanlar düşüşte olan bir güç olan Rusya ve ABD eş başkanlığında yürütülmüştü. Zor bir denge olmasına rağmen İran-Suudi cephesindeki rolü göz önüne alındığında Orta Doğu’da diplomatik iştah sergileyen ve kabul gören Çin ve ABD’nin yeni bir sürece eş başkanlık yapması gerekiyor.” (https://foreignpolicy.com/author/daniel-levy/)
Levy’nin işaret ettiği gibi Çin, sorunun çözümünde kilit bir ülke olabilir. Çünkü ABD’nin aksine mevcut krizin bir tarafı değil ve hem Orta Doğu’da hem de dünya genelinde diplomatik ağırlığı bulunuyor. Filistinliler, Araplar, Türkler ve İranlılar ile olumlu ilişkileri var ve bütün aktörleri masaya getirebilir.
Filistinlilerle tarihi bağları olan Çin’in kurucusu Mao Zedong, Filistinlilerin “ulusal özgürlük hareketini” desteklemek adına dünyanın dört bir yakınındaki Filistinlilere silah yardımında bulunmuştu. Daha sonraki yıllarda ise Çin ekonomik ve siyasi olarak İsrail ile ilişkisini de normalleştirdi. Çin’in bağımsız Filistin devletinin kurulmasına verdiği destek ve bu konuda arabuluculuk yapabileceklerine ilişkin açıklamaları, İsrail’in tepkisini çekse de en nihayetinde bu çözüm, BM’nin önerdiği bir çözüm.
Nitekim Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ile yaptığı görüşmede, Filistin meselesinin temel çözümü için 1967 sınırları dahilinde başkenti Doğu Kudüs olan ve tam egemenliğe sahip bağımsız bir Filistin kurulmasından yana olduklarını ilan etti. Filistin’in ve Filistin halkının kalkınması için uluslararası yardımların artırılması çağrısı yaptı.
Ayrıca Çin’in Gazze’de çözüm için yayınladığı resmi tutum belgesi de BM önergeleri ile uyumlu. Pekin’in acil ve kalıcı ateşkes talebinin yanı sıra, bağımsız Filistin devletinden yana tavrı ve iki devletli çözüm vurgusu bölge ülkeleri tarafından da takdirle karşılandı.
Çin bu belgeyle birlikte “mümkün olan en kısa sürede” BM öncülüğünde ve organizasyonunda “geniş tabanlı, yetkili ve etkili” bir uluslararası barış konferansı düzenlenmesi önerisini yaptı.
Konferansın iki devletli çözümün uygulanması için somut bir takvim ve yol haritası oluşturması ve Filistin sorununa kapsamlı, adil ve kalıcı bir çözüm bulunmasını kolaylaştırması gerektiği belirtildi.
Levy’nin yeni sürece Çin ve ABD’nin eş başkanlık etmesi gerektiği yönündeki fikri de gerçeklere uygun. Çünkü İsrail’in bu kadar pervasızca hareket edebilmesinin tek nedeninin ABD desteği olduğu dikkate alındığında sürecin tamamından ABD’nin dışlanması mümkün değil, gerçekçi de olmaz.
Mevcut krizin daha fazla insanı hayattan koparmasını ve yerinden yurdundan etmesini önlemek için önce İsrail’in dizginlenmesi gerekiyor. Levy’nin dediği gibi “sihirli değnek yok.” Bunu yapmak için ABD’nin İsrail’e koşulsuz desteğini çekmeye ikna edilmesi gerekiyor. Zaten İsrail’in katliamlarının boyutu büyüdükçe hem Batı ittifakı içindeki kırılma büyüyor hem de ABD yönetimi içinden itirazlar yükseliyor. ABD Başkanı Biden’ın Netanyahu yönetimini tutumunu değiştirmeye çağırması ve iki devletli çözümden yana tavır alma çağrısı yapması da bunun en önemli göstergesi. Biden, Netanyahu’ya açık açık ‘ya tutumunu değiştirirsin, ya da yalnız kalırsın’ uyarısında bulundu. Ancak bu uyarılar İsrail’in Gazze’de kalıcı bir işgalden vazgeçmesi için yeterli değil.
Bu noktada Suudi Arabistan başka olmak üzere ABD’nin bölgedeki “müttefiklerine” önemli bir rol düşüyor. Washington yönetimi bu müttefiklerini tamamen kaybetmeyi göze alamaz. Riyad başta olmak üzere Arap Ligi ülkeleriyle İİT ülkelerinin toplu hareket etmeleri ve diplomatik baskı araçlarını devreye sokmaları gerekiyor. Bu ülkelerin Çin ile birlikte çalışarak ABD’yi masaya çekmeleri önemli bir ilk adım olacaktır. Savaş sonrası ise Gazze’nin siyasi, ekonomik ve altyapısal olarak yeniden yapılandırılmasında Çin başta olmak üzere Küresel Güney ülkelerinin uluslararası yardım sağlaması ve adil bir çözüm için baskı oluşturması önem taşıyor.